“gülünce bütün dünyanın onunla birlikte güldüğüne inanan, ağlarken dünyadaki bütün acıyı çekiyormuş gibi yüreği yarılan bir canlıdan insana niye böylesine hüzün dolar?”
dolmuş tıklım tıklım. dibimde bir metre boyundaki ufaklık ayakları yere basıyor sanıyor ancak iki ayağı da sağ ayağımın üstünde duruyor. bu esnada annesi çaresizce hem ufaklığın hem onun abisinin hem de kendisinin dengesini sağlamaya çalışıyor. insanların ağızlarının açılış kapanış mesafesine ve bakışlarındaki öfkeye bakarak dolmuştaki kalabalıktan dolayı ufak çaplı bir tartışma çıktığını anlıyorum. kulak asmıyorum çünkü kulağımda krug çalıyor. peşine bir sarsıntı ve kısa ve dengesiz frenler… sallanıyoruz. ufaklık sincap gibi dizime sarılıp sağ ayağımı küçük küçük çiğneyerek dengesini koruma derdinde. kumral saçlarını okşayarak seviyorum yukarıdan. elim kafasına değince başını yukarı kaldırıp bana bakıyor. buğday tenli soluk yüzündeki kahverengi gözleri bana çevrildiğinde biraz kitleniyor. ben gülümsüyorum ama ufaklığın yüzünde mimik oynamıyor. bir iki saniye sonra aklıma geliyor. gözümde güneş gözlüğü, suratımda maske… garibim ne yapsın… zaten yüzüme ait hiçbir şey gözükmüyor. maskemi aşağı indirip hala bana kitlenmiş vaziyette duran ufaklığa tekrar gülümsüyorum. ”hah, şimdi bir şeye benzedin” bakışıyla birlikte o da gülümsüyor. gözlüğü çıkarsam da kaşsız, kirpiksiz suratımı görse tekrar bir önceki anlamsız bakışlarını atardı eminim. zira ben bile saçlı, kaşlı, sakallı neye benzediğimi unuttum. özellikle de kaş. insanı insan yapan ne saçıymış ne de sakalı. kaşıymış kaşı… saçsızlığa sakalsızlığa alışıyorsun da kaşsızlığa gerçekten alışamadım. yüzündeki bütün insani ifadeyi alıp götürüyor. collina sadece çok iyi hakem diye mi akıllardan çıkmıyor sanıyorsunuz? neyse. ben kendimi inandıramasam da ufaklık dudaklarımı görünce insan olduğuma inandı.
birkaç dakika sonra sarsıntıya direnmeyi bırakıp yer çekimini kucaklayan çocuk kıç üstü düşüverdi. koltuklarının altından tutup tekrar ayağa kaldırırken yüreğim yine burkuldu. kendimi bildim bileli çocukları çok sevdim. ancak çocukların çocukluğundan bir neşe çalamadım. nerede küçük bir çocuk görsem, onunla göz göze gelsem göğsüm hüzünle dolar. içimden ağlamak gelir. yıllardır bu böyle. gülünce bütün dünyanın onunla birlikte güldüğüne inanan, ağlarken dünyadaki bütün acıyı çekiyormuş gibi yüreği yarılan bir canlıdan insana niye böylesine hüzün dolar? nasibime düşmeyen bir çocukluğun kırgınlığı mı yansıyor yoksa masumiyetin bu dünyada bir türlü kirlenmeden duramayışına mı dayanamıyorum hala? dönüp çocuklara değil de çocukluğun kendisine bakmak lazım diye düşünürken dolmuş durdu. hastane durağı, inelim, indik. düşünmeye devam ettim.
çocukluğu hayatın diğer bütün dönemlerinden ayıran bir şey var. kadife kaplı fotoğraf albümünü karıştırırken gençliğine, yaşlılığına, evliliğine, çocuğunun doğumuna, ana babanın sağ veya genç hallerine bakarsın. burada baktığın kişinin sen olduğunu bilirsin. o fotoğraflar hayat seni sen yaptıktan sonrasına aittir. kaybettiklerinle, kazandıklarınla sensin. arzularınla, vazgeçtiklerinle sensin. hayallerinle, hayal kırıklıklarınla sensin. ama çocukluk fotoğrafların böyle değildir. insan çocukluğuna bir yabancıya bakar gibi bakar. henüz olmamış ya da daha doğrusunu söylemek gerekirse ”oldurulmamış” haline bakışındır o. çocukluğu özel yapan şey de bu durumun herkes için aynı olmasıdır. çünkü senin çocukluğundan sonra yaşadıkların değildir o ”yabancı” bakışı yaratan. çocukluk denen halin, devrin hayata dahil olmayan bir hal olmasıdır.
hayata dahil değildir. çünkü çocukluk insanın hayatın kendine borçlu olduğu konusunda haklı olduğu tek zaman dilimidir. hayat çocuklara borçludur. çocuklar bunu bilir. o yüzden gülerken ağız dolusu gülüp ağlarken ciğerleri sökülene kadar ağlarlar. borcun ödenip ödenmemesi de önem teşkil etmez. çocuğu çocuk yapan hayattan alacaklı olduğunu bilmesidir. ve insan hayatın ve dünyanın kendine bir şey borçlu olmadığını kabul ettiğinde çocukluk hali biter. o yüzden herkesin çocukluğu aynı uzunlukta sürmez. kimisi hiç çocuk olmaz, kimisinin gözleri ise alacaklı olmanın umuduyla kırkında dahi çakmak çakmak yanar. işte insan o gözleri tutuşan küçük şeyin fotoğrafına baktığında kendini kirletilmiş hissediyor. bilgiyle, insanla, kaybettikleriyle, başarısızlıklarıyla, tercih ettiğini sandığı mecburiyetleriyle… hayatın nasıl kendine borçlu olmadığını bile anlayamayacak kadar yaşadığı her şeyi kanıksadığını fark ediyor. çocukluğunun tamamen bittiğini hissediyor ancak adını koyamıyor.
kimse hiçbir şey vaat etmedi evet ama o güzel şeyleri hak ettiğini sandı. acıya yabancı bir gövde, adalete yabancı bir akıl ve günaha yabancı bir yürekle yaşayabileceğini sandı. çocuktu çünkü. işte ben de çocuklara bakar ve üzülürdüm. boğazıma bir şey takılırdı. şimdi anladım. alacaklı olmadığını bilmekten daha üzücü olan şey hayattan alacaklı olmadığının farkında bile olmamakmış. yetişkin olmaktan daha üzücü olan tek şey yetişkinin gözündeki çocuk olmakmış.
/bu şaşkınlığı çünkü gece yuyamaz
sanki ne kalmıştır çocuklara isa’dan
ölüler beni ölüme yakıştıramaz
gibi hâlâ saçlarımda tozlu bir akşam./öyle işte.